Durmak, Susmak, Geri Çekilmek ve Ufalmak Üzerine

Bediz Yılmaz*

İnsanın doğa ile kurduğu ilişki üzerine düşünüyorum uzun zamandır; acaba tam olarak ne zaman kendisini onun bir parçası –yani bir ölümlü, memeliler familyasından bir hayvan, nefes almak ve beslenmek için bitkilere bağımlı bir canlı– olarak görmekten çıkıp doğaya hükmedebileceğini zanneden bir kendini bilmeze dönüştü? Gerçekten de Neolitik’teki ilk tarımsal çabalarla mı oldu bu, ısınmak ya da yırtıcıları uzaklaştırmak için yakılan ilk ağaçla mı, bir derenin üzerine yapılan ilk köprüyle mi, kış için istiflenen meyvelerle mi, ilk antibiyotiğin icadıyla mı, “Devlet gibi görerek”[1] misal ormanları askeri nizama sokarak mı, kimi halkları ehlileştirmek için dağları düzleyerek ya da ormanları yakarak mı, “geri kalmış” yani doğa ile başka türlü ilişkilenmiş halkların hayvanlar gibi katledilmesi veya köleleştirilmesiyle mi, tarımı köle emeğiyle yaratılan plantasyonlar olarak tanımlayarak, ardından binlerce dönüm arazide tek bir ürün dışında yaşamı tümden öldürmek suretiyle yeniden tanımlayarak mı...

İşin aslı, biraz düşünüp de böyle an’ları sıralamaya başlayınca, zamanlar ve mekanlar bulanıklaşıp üst üste biniyor, tarih hep anlatılagelen çizgiselliğini yitiriyor; tarihin uzunca bir süre, pekâlâ farklı yönlere de ilerleyebilecek bir eşzamanlılık içinde gerçekleştiğini, İnsan’ın doğayla ilişkilenme biçiminin tek ve kaçınılmaz yönünün kapitalizm olmayabileceğini, Antroposen çağın Kapitalosen formunun yegâne kaderimiz olmayabileceğini idrak ediyor insan. Çok da uzak olmayan bir geçmişte, İnsan toplumları aynı karadeliğin çekim etkisiyle aynılaşmış ve o noktada artık gezegen en eski haline yani tek bir Pangea kıtası olduğu haline dönmüş, bunu idrak ediyor. Lakin farklı rota çizilebilir, bir çok farklı son olabilirdi; velev ki !nsan azıcık geri durmasını bilsin...

Ama bilemedi: İnsan’ın tarihi çoklu, karmaşık, “yaşadığı yere benzer”[2] idi; derenin akışıyla türkü söyler, ağacın dilinden derdini okur, tohumu memesinin altında saklar, ateş ile dertleşir, yıldızlarda geleceği okurdu. Sonrası bildik hikaye: koca bir hançer gibi saplayarak “uygarlığını” doğanın böğrüne, yıkmadık, yakmadık, yok etmedik tek bir şey bırakmadan sömürdü, bu esnada bütün diğer uygarlık olasılıklarını da safdışı bıraktı. Büşra Üner’in “Jojo: Su(suz)luğun Diğer Adı” seçkisiyle gösterdiği gibi, koca bir kıtanın bütün zenginliklerini, orada binlerce yılda damıtıla damıtıla oluşmuş binbir çeşit doğa ile iç içe yaşam biçimini hiçlik seviyesine indirgedi. 

Durmak, Susmak, Geri Çekilmek ve Ufalmak Üzerine

Büşra Üner, Jojo: Su(suz)luğun Diğer Adı

Doğa ile uyumlu bir varoluşu uzun zamandır “geri kalmak” olarak tanımlayan !nsan, doğaya hükmedebileceğine dair kibrinin en pervasız adımlarını son iki yüz yıldır atıyor, en somut sonuçlarını da son yirmi yıldır alıyor; bundan sonrası yokuş aşağı, bundan sonrası tufan. Bugünün gezegeni tek bir lokmaya dönüştürüp yutan kapitalist düzeninin ne şekilde halihazır düzenini sürdürebildiğini sayalım mı: Eko-kırım / Can-kırım / Kent-kırım / İşçi-kırım / Kadın-kırım / Çocuk-kırım, ve daha niceleri... Çünkü yıkmadan devam edemeyen, bugünü var etmek için yarınını yok eden bir düzen kapitalizm.[3]

Anna Tsing, günümüz kapitalizmini şöyle tarif ediyor:[4] “İnsanın doğa üzerindeki hakimiyetinin ilerlemeyle birlikte arttığı fikri, hümanistlerin doğayı romantik bir anti-modernlik alanı olarak görmelerine yol açtı. ... Hem insanların hem insan olmayanların yatırım kaynaklarına dönüştürülerek servet biriktirilmesinin tarihi. Bu tarih, yatırımcıları insanları da şeyleri de yabancılaştırmaya, yani yaşamsal dolanıklıkların hiçbir önemi yokmuşçasına onları tek başlarına varolma becerisiyle donatmaya teşvik etti. ... Yabancılaştırma yaşam alanındaki dolanıklıkları bertaraf eder ve sadece tek bir metanın önem taşıdığı peyzajlar yaratmaya yöneltir; geri kalan diğer her şey ya zararlıdır ya da değersiz. ... Bir yerdeki belirli bir metayı üretmek artık mümkün olmadığında, orası terk edilir. Ağaçlar kesilmiş, petrol tükenmiş, toprak artık ürünleri beslemez olmuştur. Kaynak arayışı başka yerlerde devam eder. Yabancılaştırma amacıyla basitleştirme, meta üretiminin ardından terk edilmiş alanlar, yani enkazlar yaratır. Bugün dünyanın dört bir yanı bu tür enkazlarla kaplı.” Fakat hemen ardından, esas bakmamız gereken yere de işaret ediyor: “Yine de, ölü ilan edilmiş olmalarına rağmen bu yerler hayat dolu olabiliyor. Terk edilmiş kaynak sahaları, bazen çok-türlü ve çok-kültürlü yeni bir yaşama kucak açabiliyor. Küresel bir güvencesizlik ortamında, bu enkazların içinde yaşam aramaktan başka seçeneğimiz yok.” (s. 22-23)

Tara Karaçizmeli’nin seçkisine eşlik eden metninde tanımladığı gibi, “Kendisinin de ait olduğu doğa ile bağını kopardıkça gerçeklikten uzaklaşan, uyumsuzlaşan, yalnızca kendi türü ve yaratımlarının arasından nefessiz bir hayata doğru ilerleyen” !nsan’ın, insana ve doğanın tüm diğer unsurlarına uyguladığı zulüm-kırım-yıkım sonrasında, önümüzde iki ihtimal var gibi gözüküyor (hâlâ seçeneklerimiz olduğunu düşünecek kadar iyimserlerdensek tabii).

Durmak, Susmak, Geri Çekilmek ve Ufalmak Üzerine

Tara Karaçizmeli, Gerçek ile Hayal Arasında

Bir, kırıma ve yıkıma dayalı kapitalizmin yolundan sapmak, doğanın hakimi değil en aciz bir parçası olduğumuzu idrak ederek merkezden kendimizi ve bu yıkıcı “uygarlığı”mızı çekmek. Tam bu açıdan, “geri” kelimesine olumlu bir anlam yükleyerek işe koyulabiliriz: insan olsa da olmasa da, doğa, kendi içinde hayat dolu, denge durumunu tesis edebilen ve karmaşık bir bütündür, !nsan’ın yıkıcı müdahalesi sonrasında da, Tsing’in mükemmelen gösterdiği gibi, enkazdan yaşam yaratmayı bilecektir. Karşımızdaki ilk seçenek, bütün dünyayı enkaza çevirmeden önce “geri çekilme”yi bilmek: ait olduğumuz konuma, bir böcekten, bir başka memeli hayvandan, yahut bir bitkiden veya mantardan farksızca, bir bütünün, o bütüne saygıyla ve uyumla varolabilen bir parçası olduğumuz idrakiyle. Sessizleşerek, sakinleşerek, haddimizi bilerek bir varoluş.

İki, böylesi bir idrak geliştirmeyi beceremeyerek yavaş veya hızla sonumuza ulaşmak (ki kötümser bakış bunun bizi bekleyen tek ihtimal olduğunu söylüyor): ölümcül bir varlık olduğu için !nsan yok olurken kendi pisliğinde ve kendi plastiğinde nice varlıkları da yok edecek ama son tahlilde Dünya’nın sonu olmayacak bu; ardında dev bir enkaz bırakarak bizim yok oluşumuz olacak. Dünya o noktadan kendine yeni bir varoluş yaratacaktır, buna hiç kuşku yok. O enkazdan neler doğacak, eski dünyaya ait neler varolmaya devam edecek, nasıl dönüşümler yaşanacak, hepsi muamma. Yine de, Dünyanın Sonundaki Mantar gibi çalışmalar biraz ipucu veriyor: boşluk nedir bilmeyen doğa, kapitalizmin yıkımlarına ve enkazlarına karşı muazzam çapraz bağlar ile direnecek, yaşamı yeniden ve yeniden, başka biçimlerde sürdürmeyi bilecektir.

Başka ipuçlarını çağrıya gönderilen çeşitli işlerde bulmak mümkün. Tuvana Adalı’nın “Kırık Deri” adını verdiği seride, !nsan yapısı kentlerin, betonlar üstüne serilse de doğanın, kırıklardan çatlaklardan her yerden kendine bir yol bularak bu geçirimsiz deriye nüfuz ettiğini gösteriyor: “beton, zapt edilemez görünen yapısının ardında geçirgen; doğanın her daim kendine yer açan ve yenilenen sonsuzluğuna bulanmış durumda”. Benzer bir izlek Zeynep Demirhan’ın seçkisinde de karşımıza çıkıyor: “Sen Bittiğinde, Diğeri Başlar” başlığının ve seriye eşlik eden metnin de imlediği gibi, “kent ve kentli etki etmediğinde doğa kendini yenileyebiliyorken, kent betonlaşarak genişlediğinde doğa kayboluyor.”

Durmak, Susmak, Geri Çekilmek ve Ufalmak Üzerine

Zeynep Demirhan, Sen Bittiğinde, Diğeri Başlar

Sergideki işlerin çoğunun gösterdiği gibi bu kaybolma bizim görüş menzilimizden kaybolmaktan ibaret;[5] yani doğa tıpkı bir dalga gibi, !nsan üstüne gittikçe geriye doğru kaçıyor, sonra da türlü biçimlerde, taşan ve yutan deniz olarak, sel gibi yağmur olarak, sarsılıp sırtındaki yapıları yıkan zemin olarak, yeraltında uykuya yatıp fırsat bulduğunda fışkıran kökler ve mantarlar olarak, yaban alanları yokolunca bendini aşan bakteriler olarak, veya bedenlerimizde kabaran kanser hücreleri olarak, dalga dalga üzerimize geliyor. Artık doğayı yenmek hatta dizginlemek diye bir şeyin olamayacağını anlaması gerekiyor !nsan’ın ve alelade bir hayvan veya bitki kadar parçası olmayı becerebilmesi.

Küçük harfle insan olabilmesi yani. 

Son kez yine Tsing’e kulak kabartalım ki onun, !nsan’ın yarattığı bütün o karmaşayı aşıp, başka varlıkların da bizimle eşzamanlı olarak yaratmakta olduğunu vurguladığı yaşamları duyalım: “modern insan kibri, dünya-yapma yönündeki yegâne tasavvur değildir: dört bir yanımız insan ve insan-olmayan varlıkların çok sayıdaki dünya-yapma projesiyle çevrili. Dünya-yapma projeleri, bir yaşam kurma yönündeki pratik etkinliklerden doğar ve bu arada gezegenimizi de değişime uğratır. Antroposendeki ‘antropo-’nun gölgesinde, bunları görebilmek için dikkatimizi yeniden yönlendirmemiz gereklidir.” (s. 40)

Yeniden yönlendirdiğimiz bu bakışın kendimize değil, etrafımıza, öznelere değil, çapraz bağlara, yüzeydekilere değil derinliklerdekilere, tekilliklere değil, kümelenmelere yönelmiş ve İnsan/Doğa ayrımından kurtulmuş olması gerektiğini öğrendiğimizi umalım...



DİPNOTLAR:

[1] James C. Scott, Devlet Gibi Görmek: Bazı Toplumsal Kalkınma Planlarının Başarısızlık Hikayeleri (İstanbul: Koç Üni. Yayınları, 2008 [1999], Çeviren: Ozan Karakaş) isimli muazzam eserinde modernist devlet bakış açısıyla yapılan planlamaların nasıl doğaya ve toplumsal yapılara kör olduğunu, ortaya çıkan sonuçların nasıl felaketlere yol açtığını anlatıyor.

[2] Edip Cansever’in bu şiiri yazmasının üzerinden elli yıl geçti; artık insan yaşadığı yere benzemiyor, yerleri kendi suretine benzetiyor ve hepsi de birbirine benziyor. Bu elli senede ne dağların eğimine uyumlu bir yaşam kaldı, ne düzlüklerin beyaz mı kırmızı mı olduğunun bir önemi; çiçek ve balıksa, çoktan küstü... 

“… İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer/ Suyunda yüzen balığa/ Toprağını iten çiçeğe/ Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine/ Konyanın beyaz/ Antebin kırmızı düzlüğüne benzer/ Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir/ Denize benzer ki dalgalıdır bakışları …”

[3] Nekropolitik kapitalizme dair: “Çapraz bağlar, ‘êdî bese’ noktaları, köstebek faaliyetleri” Aslı Odman ile Söyleşi: Bekir Avcı, Express, 15 Temmuz 2019 [https://birartibir.org/capraz-baglar-edi-bese-noktalari-kostebek-faaliyetleri/]

[4] Anna Lowenhaupt Tsing, Dünyanın Sonundaki Mantar-Kapitalizmin Enkazlarında Yaşam İmkânı Üzerine, İstanbul: YKY, 2023 [2015], Çeviren: Erdem Gökyaran.

[5] !nsan eliyle yok edilen binlerce canlı türünü bu tanımlamanın dışında tutmak gerekiyor elbette; onlar kökü kuruyasıca soyumuzun kör hırsının ve bencilliğinin kurbanları oldu, olmaya da devam ediyor. Burada kastım, bu durum devam ederse tamamen yok olanın doğanın kendisi değil, bizim soyumuz olacağı. Doğa, yeni yollar bulup yeni canlılar oluşturarak, eskiler yeni ortam için biçim değiştirerek ve ona adapte olarak, bu gezegen varoldukça devam edecek. 

*Doğa Kent İnsan: Zıtlık mı Uyum mu? çağrısının yazarı Bediz Yılmaz, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi alanında lisans eğitiminin ardından doktora derecesini İstanbul Tarlabaşı örneğinde zorunlu göç ve sosyal dışlanma üzerine bir tez çalışması ile aldı. 2006-2016 tarihleri arasında Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptıktan sonra, barış bildirisi nedeniyle işten çıkarıldığından bu yana ekolojik tarım ile uğraşıyor. Mersin’de Torosların yamaçlarında zeytincilik, kentsel alanda da Solinova Üretici Kadın Kooperatifi bünyesinde sebze üretim ve kompost çalışmaları yürüttü. Halen İstanbul’da Piyalepaşa Tarihi Bostanı’nda gönüllü olarak çalışıyor, ayrıca 100 Sene 100 Nesne adlı alternatif Cumhuriyet tarihi ansiklopedisi projesini yürütüyor.

DOĞA KENT İNSAN: ZITLIK MI UYUM MU?