Bengi Akbulut*
2014 yapımı Dijle filmi, bizi ismiyle müsemma nehrin Amed’deki uğraklarına götürür. Filmin ilk sahnesindeki neredeyse donuk görüntüsünün tersine Dicle her daim akar, kentin içinde dolanır. Dolanırken de başka başka ilişkilerin içinden geçer. Kentin içindeki bostanlara can veren su olur, balıkçıların ekmek kapısı olur; suyun azalmasının nedeni olduğunu duyduğumuz barajın türbününü döndüren de Dicle olur. Kadınların bir zamanlar nehir kenarına inip beraber yıkadıkları çamaşırın suyu da Dicle’nindir, at nalına muska bağlayıp attıkları su da. Filmde görmesek de Dicle yerin altında boruların içinde de dolanır, çeşmelerden akar, neredeyse herkesin bardak bardak içtiği çayın, bostancıların iki odun üzerinde takırdattıkları yemeğin içine de girer.
Film boyunca akan, dolanan hep aynı sudur, Dicle’dir elbet. Öte yandan dolaşımda gördüğümüz hiç de aynı su değildir. Su, bildiğimiz H2O, dolaşımındaki uğrakların hepsinde başka bir kılığa bürünür. Her uğrakta farklı ilişkiler içinden geçerek dönüşür, başka bir “su” olur: içinden geçtiği ekonomik süreçler, hizmet ettiği amaçlar, kullanım şekilleri değişir. Bostanlarda tarımsal üretimin girdisi olur, toprakta çalışanların emeğiyle dönüşür, mahsulün içine girer, o mahsulle beraber yolculuğuna devam eder: Toplanıp satılan, bazen kilometrelerce ötede apayrı coğrafyalarda tüketilen Hevsel mahsulünün içinde, mesela, biraz da Dicle vardır. Dicle barajının sayesinde yanan her ampulde de biraz Dicle vardır, zira yine aynı su elektrik üretmek için toplanıp "zaptedilir," kanallardan ve türbünlerden geçirilir. Nehir kenarına dikilmiş beton bloklarda da dolanır Dicle: aynı H2O, bu sefer çimentoya karılır, ekseriyetle güvencesiz/güvenliksiz inşaat işçilerinin elinde ve inşaat sermayesinin kontrolünde katlara, apartmanlara dönüşür; yüksek fiyatlara satılır, sermayeye birikim yazılır. Ama evin çamaşırını, çocuklarını, hatta buğdayını yıkayan kadınların elinde bambaşka bir şey olur Dicle’nin suyu. Bu kez değiş-tokuş edilecek bir metanın (tarımsal mahsulün, beton binanın ya da elektriğin) üretilmesinden ziyade ihtiyaç karşılamaya yönelir, geçimlik ekonominin içinde döner.
Bostanları sulayan suyla barajda enerji üreten su, beton blokların inşaatına çekilen suyla kadınların ev ahalisinin çamaşırını yıkadığı su aynı değildir. Her birinde H20, başka toplumsal ilişkilerle donanır, başka iktidar ilişkilerinin parçası ve/veya aracı olur. Başka amaçlara hizmet eder, farklı şekillerde kullanılır; başka türlü dönüşür ve başka ilişkilerle eklemlenerek üretilir. Yani su hiçbir zaman sadece fiziksel varlığından, kimyasal yapısından ibaret değildir. Aksine her zaman belli toplumsal ilişkiler içinde erişilebilir kılınır, kullanılır ve su olur.
Nasıl ki Dicle’nin suyu her geçtiği yerde başka ilişkilerin içine girerek, başka şekilde üretilerek akar; kentlerin içinde başka birçok "doğal" varlık da öyle dolanır ve toplumsal ilişkilerle eklemlenerek üretilir: Enerji, hava, hammaddeler, atıklar gibi. Ancak kentin doğası herkes tarafından aynı şekilde deneyimlenmez, eşit şekilde kullanılmaz. Dicle örneğiyle devam edelim: Suyu hane halkının gıda ve bakım ihtiyaçlarını karşılamak için (ekseriyetle kadın emeği dolayımıyla) kullanmak ile piyasa değeri için yapılan inşaatlarda girdi olarak kullanmak, suyun iki eşitsiz kullanımına işaret eder. Dicle’nin suyu gibi kentin doğası ekonomik-toplumsal ilişkiler dolayımıyla farklı grup ve kimselere eşitsiz erişim ve kullanım hakları sunar; çoğu kez de varolan eşitsizlikleri yeniden üretir. Bu açıdan bakınca, bir kentin "su problemi" ya da "enerji ihtiyacı" hiçbir zaman tüm kentlilerin aynı şekilde deneyimlediği bir problem ya da ihtiyaç değildir. Zira yoksul mahallelerdeki su kullanımıyla korunaklı sitelerin çimenlerini sulamak için kullanılan su, temel barınma ihtiyacını karşılayan enerji kullanımıyla AVM’leri aydınlatan enerji kullanımı aynı değildir.
ŞEHRİ METABOLİZMA OLARAK DÜŞÜNMEK
Kent üzerine çalışan coğrafyacılar ve politik ekolojistler bir süredir kenti durağan, statik bir "yer" olarak yorumlamaktansa bir akışlar -- ve bu akışların içinden geçtiği, bu anlamda imlediği toplumsal ilişkiler -- yumağı olarak görmeyi öneriyor ve metabolizma analojisini kullanıyor. Metabolizma kavramı bugünün kentlerini ve kentsel meselelerini yorumlamak açısından önümüze iki olanak sunuyor. Bunlardan ilki, kentleri doğanın olmadığı, doğanın antitezi mekânlar olarak görmektense kentlerde doğanın nasıl metabolize edildiğini serimlemesi: yani hangi doğal kaynakların nereden geldiği, nasıl dönüştürüldüğü, kim tarafından erişildiği sorularına alan açması. Böylelikle kenti doğanın eşitsiz bir biçimde metabolize edilmesi olarak görebilir, kentteki çevresel adaletsizliğin çoğu kez perdelenmiş eksenlerini teşhis edebiliriz: kentte dolaşımda olan "doğa"lar kim tarafından kullanılır; kim kentin doğasının imkânlarından faydalanır, kim doğanın külfetlerini omuzlar? Kentin suyunu, yeşil alanını, enerjisini kim hangi amaçla kullanır, nereye evriltir?
Metabolizma analojisinin açtığı ikinci olanak ise, kenti daha geniş bir dolaşım alanı olarak görebilmektir. Kente bir metabolizma olarak bakmak kentin içinde dolaşımda olan doğaların nereden gelip nereye gittiği sorularını da beraberinde getirir. Zira gündelik hayatta görünmez kılınsa da, kentlerde devam eden birçok ekonomik ve sosyal faaliyet, kent mekânının (muğlak) sınırları içerisinde olmayan ve farklı (yerel, bölgesel, ulusal, küresel) ölçeklerde doğalarla yakından bağlantılıdır. Kentte tüketilen ve kent hayatını mümkün kılan enerji, su, gıda vs. aslında içerlerinde farklı coğrafyalardaki doğaları yakından ilgilendirir: Kentte süregiden toplumsal-ekonomik hayatı beslemek için kente akıtılan su, gıda, enerji her zaman o kentte olmasa bile elbette bir başka coğrafyada üretilir. Yani kentte cisimleşen üretim ve tüketim çoğu kez başka coğrafyaları ve doğaları da dönüştürür. İstanbul’da bir AVM’yi aydınlatan elektrik, örneğin, belki Rize’nin bir köyünde kurulan HES’e tercüme olur.
Öte yandan, metabolizma kavramı kent içinde dönüşen doğaların atıklarına dair soruları da çağırır: kentin içinde dolaşıma giren doğaların dönüştüğü katı atığı, atık suyu ve kirli gazları kim taşır? Kim kentin atıklarına maruz kalır, kim doğanın külfetinden korunma ayrıcalığına sahiptir? Hangi mahallenin çöpleri toplanır, hangi mahallelerde hava kirliliği yüksektir? Böylece kentin doğasına katı atık işçileri, altyapı hizmetleri, sınıfsal/etnik eşitsizlikler de eklenir.
Dijle filmi kenti ve kentin doğasını yapıbozuma uğratır uğratmasına, ama orada kalmaz. Adalet gözeten bir kent etiğinin tahayyülünün de anahtarını verir bize. Zira kentlere böyle bakmak, adaletli ekolojik ve demokratik bir kent-mekân siyasetini nasıl kuracağımızı düşünmeye ve kentin ekoloji siyasetini buradan doğru yapmaya imkân verir.
*Bengi Akbulut Concordia Üniversite’sinde öğretim üyesi. Aynı zamanda Açık Radyo programcısı, Ekoloji Kolektifi üyesi ve 2017 BAK eğitmenlerinden. Akademik çalışmalarını genel olarak kalkınmanın politik ekonomisi alanında yürütüyor ve politik ekoloji, müşterekler ve alternatif ekonomiler üzerine yazıp çiziyor.